Kurucu Temsilcisi - Kağan KALINYAZGAN

Sevgili Öğrencilerimiz, Değerli Velilerimiz, Öğretmen ve İdarecilerimiz, Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün sekseninci ölüm yıldönümünde sizleri saygıyla selamlıyorum.

 

Lord Kinross’un “Atatürk: Bir Milletin Doğuşu” ve İlber Ortaylı’nın “Gazi Mustafa Kemal Atatürk”, kitapları en çok bilinen Atatürk biyografileri arasında yer alıyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay, Şevket Süreyya Aydemir, Süleyman Bulut, Emin Çölaşan, İlker Başbuğ, İpek Çalışlar ve Emre Kongar’ın Atatürk hakkında yazdıkları kitaplar da, raflardaki yerini koruyor. Son olarak Yılmaz Özdil tarafından kaleme alınan Mustafa Kemal kitabı çıktığı ilk günden itibaren büyük bir talep gördü. Yılmaz Özdil’in deyimiyle, “Bugüne kadar Mustafa Kemal'i kimse böyle okumadı.” Mustafa Kemal kitabının sayfalarını çevirirken bu düşünceden yola çıkarak notlar aldım ve bu anlamlı günde sizlerle paylaşmak istedim.

 

Mustafa Kemal’i her zaman örnek bir öğrenci ve gittiği okullarda birinci olarak hayal ederdim.

Mustafa Kemal’in eğitim hayatının birinciliklerle geçmediğini, gençliğinde fazlasıyla sosyal olduğunu, Yorgo’nun meyhanesinde, Zeuve birahanesinde ve evlerde toplanarak arkadaşlarıyla akşamları bir araya geldiğini, memleket meselelerini konuşup tartıştıklarını öğrendim.

Anladım ki, gençliğinde de çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Mustafa Kemal, özgür ve bağımsız Türkiye hayaline erken yaşta tutkuyla bağlanmış. Cumhuriyetin temelini oluşturan fikirlere genç yaşta sahip olduğu için bunları zamanla geliştirme ve olgunlaştırma fırsatı yakalamış.

 

Osmanlı bünyesinde hizmet verdiği dönemlerde, hep parlak bir subay olduğunu düşünürdüm.

Abdülhamid döneminde gizli komite kurmak, gazete çıkarıp zararlı fikirler yaymak ve evlerde gizli toplantılar yapmak suçlamasıyla iki ay hücrede yattığını, bu iki ayda ciddi sağlık problemleri yaşadığını ve hemen sonrasında sürgüne, Şam’a gönderildiğini okudum.

Anladım ki, onu hapse atan Abdülhamid’in Çanakkale Savaşı’ndan sonra, “Bu büyük zaferi Mustafa Kemal adında bir Miralay kazanmış. Allah devlete, millete hizmet edenlerden razı olsun.” sözü aslında büyük bir özürmüş.

 

Atatürk, fotoğraflarda dinç ve kendinden emin bir ifadeyle baktığı için onun hep sağlıklı biri olduğunu düşünürdüm.

Defalarca sıtmaya yakalandığını, böbrek iltihabı, zatürre, kalp rahatsızlığı, karaciğer yetmezliği geçirdiğini, dişlerini kaybettiğini, nihayetinde siroz hastalığına yakalandığını, farklı cephelerde birçok kez yaralandığını ve defalarca suikast girişimiyle karşılaştığını okudum.

Anladım ki, idealleri uğruna canını feda etmekten hiçbir zaman kaçınmamış ve fotoğraflardaki o dik duruşuyla aslında ölüme meydan okuyormuş.

 

Kurtuluş Savaşı döneminde devlet kayıtlarının olmadığını ve Cumhuriyetin ilanından sonra oluşturulduğunu tahmin ederdim.

Samsun’a ayak bastığı günden itibaren yapılan masrafları, harcanan paraları kuruşu kuruşuna yazdırdığını, alınan bağışları kayda geçirdiğini öğrendim.

Anladım ki, savaş ortamında bile milletine hesap vermeyi ilke edinmiş ve bu davranışıyla gelecekte Türkiye’yi yönetecek kişilere örnek olarak onlara büyük bir sorumluluk yüklemiş.

 

Yetişkinlik döneminin yarısını cephelerde geçirmiş, diğer yarısında da yokluklar içerisindeki bir ülkenin kalkınmasına liderlik etmiş biri olarak kitap okumaya vaktinin olmayacağını düşünürdüm.

Yaşamının her döneminde, cephede dahi Arapça, Fransızca ve Almanca kitaplar okuduğunu, her sabah saat 5’e kadar, bazen aralıksız 48 saat kitap okuduğunu, okuduğu kitaplar arasında iktisat, istatistik, sosyoloji, anayasa hukuku, antropoloji, dinler tarihi, diplomasi, felsefe, sanat tarihi ve yakın dönem edebiyatı olduğunu öğrendim.

Anladım ki, attığı her adım, aldığı her kararın arkasında büyük bir bilgi birikimi ve zamanın çok önünde bir vizyon varmış.

 

Kurtuluş Savaşı boyunca önceliğinin kazanması gereken cepheler ve savaş olduğunu düşünürdüm.

Kurtuluş Savaşı’nın en sancılı döneminde Maarif Kongresi’ni ve İktisat Kongresi’ni topladığını biliyordum ancak 1924 Olimpiyatları için 1921 yılında, savaş ortamında başvuru yaptığını hayretle okudum.

Anladım ki, Bandırma vapuruna bindiği ilk günden itibaren Kurtuluş Savaşı’nı kazanacağından eminmiş. Yılmaz Özdil’in deyimiyle filmin sonunu izlemiş ve sonra dönmüş baştan yaşanacakları bilir gibi yaşamış.

 

Latife Hanım’la evlendiğini ve geçimsizlik sebebiyle ayrıldığını, bir daha da evlenmediğini biliyordum.

Gençliğinden itibaren birçok duygusal ilişki yaşadığını, Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’la evlenmeyi reddettiğini, hayatında önemli bir yer tutan iki kadından Latife’nin Atatürk’ü, Fikriye’nin Mustafa Kemal’i sevdiğini öğrendim.

Anladım ki, kadının insan bile sayılmadığı bir dönemde Atatürk’ün kadın haklarını çağın çok önünde kazandırmış olmasının temelinde kadına duyduğu sevgi ve saygı yatıyormuş.

 

Ülkü, Afet ve Sabiha’nın manevi çocuğu olduğunu biliyordum.

Kurtuluş Savaşı’nda korumaya aldığı çocuklar dışında Sabiha, Afet, Ülkü, Abdürrahim, Rukiye, Nebile, Mustafa, Zehra’nın manevi çocuğu olduğunu, bu sekiz çocukla yakından ilgilendiğini, yurt içi ve dışında en iyi eğitimi almaları için çaba sarf ettiğini öğrendim.

Anladım ki, o katı mizacının ardında çocukla çocuk olan ve onların mutluluğu için evlat edinmek gibi büyük bir sorumluluk almaktan kaçınmayan koca ama yumuşak bir kalp varmış.

 

Atatürk’ün paraya önem vermediğini ve üzerinde para taşımadığını işitmiştim.

Paraya bakışının kendisine verilen nafaka ile yaşayan Hz Ebubekir’le aynı olduğunu, gençliğinde dahi parayla ilgili konularda hesap peşinde olmadığını, devlete tek kuruş bile yükünün olmadığını, Çankaya’nın bütün masraflarını bizzat maaşından karşıladığını, seyahatlerinde harcırah almadığını, kendi deyimiyle savurganlık ve şatafattan daima uzak durduğunu öğrendim.

Anladım ki, Atatürk’ün bu tutumu, sahip olduğu değerlerin en güzel yansıması ve bu değerlere sahip olmayan siyasetçilerin Türk milletinin vicdanına seslenme şansı yok.

 

Çok güzel Zeybek oynadığını biliyordum.

Müziksever olduğunu, şahane dans ettiğini, tiyatro ve sinema ile ilgilendiğini, sanat tarihine düşkün olduğunu ve güzel sanatlarla yakından ilgilendiğini okudum.

Anladım ki, sanata ve sanatçıya verdiği önem gençliğinden itibaren bu alanlara duyduğu ilginin bir sonucuymuş ve Türkiye’yi on beş yıl gibi kısa bir sürede ileri medeniyet seviyesine taşıyan önemli bir etkenmiş.

 

Akşam yemeklerinde içki içtiğini ve sigarayı sevdiğini duymuştum.

Gün boyu kahve ve sigara içtiğini, çayı sevdiğini, akşamları yemek öncesinde rakı içtiğini, bilardo ve pokeri diplomatik misyonla iletişim kurmak için akıllıca kullandığını, kaybedene parasını geri ödediğini okudum.

Anladım ki, büyük zorluklar, hatta imkânsızlıklar içerisinde mutluluğu kovalamış, olumlu bir bakış açısı ve yaşam tarzı geliştirmiş. Bütün bunları dört duvar arasında gizlenip ikiyüzlülükle değil de, şeffaflık ilkesiyle, milletinin huzurunda ve şerefiyle yapmış.

 

Atatürk hakkındaki her şeyi bildiğimi düşünürdüm.

Atatürk’ün bizler gibi olduğunu hissettim, dost oldum Atatürk’le bu kitapla.

Atatürk’ün davranışlarının Türkiye Cumhuriyetini oluşturan temel değerlerin hayata geçmiş hali olduğunu gördüm okuduğum satırlarda.

Kimsenin Atatürk’ün yerine geçemeyeceğinin ancak örnek alabileceğinin farkına vardım son sayfada.

Anladım ki, Atatürk sevgisi sadece tarihi bilgilere sahip olmakla gelişmiyor. O sevgiyi yaşamak için Onun sahip olduğu değerlere de sahip olmak gerekiyor. Davranışlarımız da bunun tek göstergesi oluyor…

 

Bu duygu ve düşüncelerle bizlere bağımsız bir ülke bırakan, hak ve özgürlüklerimizi kazandıran Mustafa Kemal Atatürk'ü ölümünün 80. yıl dönümünde büyük bir sevgi, saygı, rahmet ve şükranla anıyorum.

Ruhun şad olsun Atam…

 

Saygılarımla.

 

Kağan Kalınyazgan

Adres Bilgileri